Amsterdam’da Türkiye Almanya ilişkileri masaya yatırıldı
Hollanda Türkevi Topluluğu’nun, yaz dönemi faaliyetleri geçtiğimiz hafta start aldı. Tatil sonrası ilk faaliyet; son aylarda Avrupa ve Türkiye gündemini meşgul eden ‘Türkiye-Almanya ilişkileri ve bunun AvrupalıTürklere yansımaları’ oldu. Başkan Veyis Güngör’ün organizesi ile gerçekleşen toplantının misafir konuşmacısı Türkiye-Almanya ilişkileri uzmanı Doç. Dr. Can Ünver’di. Ünver sunumunda, Türkiye-Almanya ilişkilerinin tarihsel arka planı ve son elli yılda yaşananları ortaya koyarak, ilişkilerin belki de en zor dönemini yaşadığını söyledi.
Avrupa Türkleri olarak, iki ülkeye, Doğu’ya ve Batı’ya aidiyet duymanın önemli bir sınavdan geçtiğine dikkat çekildi ve ‘Atılacak her adım da, söylenecek her söz de, yazılacak her cümle de hassas olmak zorundayız. Bu dönemde mümkün mertebe soğuk kanlı olmak durumundayız. Her iki tarafın da, farklı sebeplerden dolayı yaşanan gerginliği bir an önce sonlandırmaları, yeniden sağlıklı ilişkilere girilmesi Avrupalı akli selim Türkler’in arzusudur’ ifadeleri de kullanıldı.
Konuşmasının başında, Avrupa’yla ilişkisinin 1970’li yıllara dayandığını, 45 yıllık bir tecrübeye sahip olduğunu söyleyen Can Ünver, Üniversite’ye Münih’te başladığını, Nürnberg ve Hamburg’da Çalışma Ateşeliği ve Berlin’de de Çalışma Müşavirliği yaptığını belirtti. Daha sonra Çalışma Bakanlığında, Başbakanlıkta, şimdiki YTB’nin öncü kurumu olan “Yurtdışı Vatandaş Konuları Müşavirliği Başkanlığı” görevlerini de yaptığını söyleyen Ünver, şimdi Antalya’da AKEV Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışmalarını sürdürdüğünü belirtti.
Türkevi’nin Ankara’daki partnerlerinden Avrasya Ekonomik lişkiler Derneği EkoAvrasya’da da programlar yapan Can Ünver, aynı zaman da Birleşmiş Milletler’de Türkiye adına Göçmen İşçiler Komitesi üyeleği de yapıyor.
Can Ünver ilgi ve dikkatle dinlenen konuşmasında şunları söyledi:
”Son zamanlarda, sizler gibi bizler de ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Avrupa’daki mevcut hükümetlerle, bir tek Almanya değil, Türk hükümetinin de yani Cumhurbaşkanımızın ciddi çekişmesi var. Daha doğrusu şunu söylemek lazım: burada da kullanıyorlar mı bilmiyorum ama, Almanya’da ‘Erdoğan’ı kötüleme’ lafı çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Alman siyasetçiler için öyle prim yapıyor ki, doğru da yapsa yanlış da yapsa, her gün gazetelerde yer alıyor. Almanya’da belli bir basın grubu, örneğin meşhur Welt ve Bild üzerinden Türkiye’yi karalama, kötüleme kampanyası yaşıyoruz. Tabii ki bu gelişmelerin arka planını anlamak için, ilişkilerimizin tarihine bir göz atmak durumundayız. İlişkiler, Almanya ile, daha doğrusu Avrupa’yla ilişkiler ne zaman başlamış, nasıl olmuş, neler yaşanmış sorularına cevap bulmak zorundayız.”
Can Ünver, uzun yıllara dayalı olan ilişkileri şöyle anllattı:
”Avrupa ve Almanya ile ilişkilerimiz Selçuklular döneminde, 1190’larda, yani Haçlı Seferleriyle başlıyor. O yıllarda Kudus’ü almaya gelenler arasında Almanlar da var, Fransızlar da. İlk karşılaşma bu. Aradan bir kaç yüz yıl geçiyor, Osmanlı ile birlikte yani 1356’da, Süleyman Paşa komutasında Trakya ve Rumeli topraklarına geçilmesi ve Füyühatın başlamasıyla ikinci büyük temas ve çatışma ortamı yaşanıyor. Bu çatışma adeta bir gel git hareketi gibi. Önce gelmişiz sonra gitmişiz. Yıllar sonra, malum 1699 Karlofça’yla birlikte Osmanlı’nın gerilemesi başlamıştır. Bu süreç Birinci Dünya Harbini kaybedene kadar devam etti. Tabii ki bu süreçte hep kavga etmedik. Bazılarıyla ittifak kurmuşuz, mesela Fransızlarla, Lehiztan, Polanya, İsveçlilerle ittifak kurmuşuz. Hatta onları birbirleriyle de bazen tokuşturmuşuz. II. Abdulhamid döneminde, Berlin anlaşmasıyla Almanlarla daha yakın bir ilişki içine girmişiz. Mesela Almanlar 1890’larda Türkiye’den toprak istiyorlar. Romanya bölgesinden toprak isteği Abdulhamid tarafından kabul edilmiyor. Toprak Almanların Amerika’ya göç etmelerini önlemek için isteniyor. Almanya’dan ikinci kez toprak talebi Bağdat demiryolu yapıldığı zaman yine geliyor. Demiryolunun geçtiği güzargahın sağlı sollu beşer kilometre toprak ve zenginliklerini istiyorlar. Padişah tabiki bu isteği de kabul etmiyor.
Ünver, çok kişinin bilmediği Almanya ilişkilerini anlatmaya devam ederken şunları söyledi:
”İlişkilerin bu şekilde yürüdüğü Almanya ile birlikte, istemeyerek Birinci Dünya Harbine girdik. 1918’e kadar inişli çıkışlı ilişkiler devam ederken, Bakü’de Türklerle Almanlar arasında ciddi bir çatışma yaşanıyor. Üstelik de müttefikiz. Kafkas İslam Orduları Komutanı Nuri Paşa, Enver Paşa’nın kardeşidir, Bakü’yü fethederken Almanlarla savaşıyor.
Elbette ittifaklar ebedi değildir.”
Ünver, Almanya ile ilişkilerin nasıl geliştiğini şu sözlerle anlattı:
”Ankara’da, 1925 yılında Avrupa’dan ilk büyükelçilik Almanya tarafından açılıyor. Almanlar bunu övünerek söylüyorlar. Atatürk, bugünkü Alman Büyükelçilik arazisini Almanlar’a bevada vermiş, gelsinler yeterki diye. Kaldıki, Ekim 1918’de Kapütilasyonların kalkmasına Almanya razı olmuyor. Demek istediğim, ülkeler arasında iyi veya kötü ilişkiler olabilir. Ülkeler arasında mutlak dostluk filan yoktur. Ebediyyen hasımlık da olamaz. İşte Yunanistanla olan ilişkilerimiz. 1974’de savaş var, ama sonraki yıllarda bir deprem oluyor, onlar bize biz onlara yardıma koşuyoruz. Ülkeler arası ilişkiler değişebiliyor. Diplomatik ilişkiler ne kadar gergin olursa olsun, halklar birbirlerine düşman olmuyor.”
Katılımcılar tarafından adeta nefeslerini tutarak dikkatle dinlenen Ünver’in konuşması şöyle devam ediyor:
”Şimdi bu gerçeklerden hareketle, Avrupa topluluklarına gelirsek, aslında biz Avrupa halklarıyla akrabalaştık. Evlenenler, gelinler, damatlar, torunlar var ortak. Örneğin Almanya’da ikiyüzbin karma evlilik var. Tabii ki bunlar yeni sorunlar, bugünlerin sorunları. Cumhuriyet döneminde biz Almanya ile genelde dost olduk. Taki, 1945 yılında savaşı kaybettiklerinde Almanya’ya savaş açana kadar. Bu da kağıt üzerindedir. Birleşmiş Milletlere girebilmek için Almanya’ya savaş açmış olmamız gerekiyordu. 1950’lilerde ilişkilerimiz gayet iyi.”
Ünver, Almanya’ya işçi göçünü de şöyle anlattı:
”1960’larda Almanya’ya işçilerimiz gitti. Burada da bir gariplik var. Almanlar’dan bir grup Türk işçilerinin gelmesine karşı. Bunlar daha çok Hıristiyan Demokratlar. ‘Türkler’in kültürleri farklı, müslümanlar’ diyorlar 1961 yılında. ‘Bunlar bize uyum sağlamazlar, domuz yemezler’ gibi sebepler öne sürdüler. Ama Berlin duvarı var. Geçiş yok. İşçi geçemiyor. İş gücüne muhtaç Almanya. Bir taraftan da sendikalar karşı çıkıyorlar Türkler’in gelmesine. ‘Ücret kırıcı’ olarak değerlendiriyorlar Türkleri. Çünkü İtalyanlar’ın gelmesiyle böyle bir kırılma yaşanmış zaten. Ancak bu itirazlara kim karşı çıkıyor bilyor musunuz? Amerika. Tamamen stratejik nedenlerle Almanya’ya ‘Türkiye’den işçi alacaksınız’ diyor Amerika. Hem Türkiye ekonomisine katkı sağlasın hem de komünizme karşı Almanya’da bir grup olsun diye. Almanlar çok da memnun olarak, yani Türkleri ‘Hoş geldiniz’ diyerek almıyor. Dolayısiyle, zoraki bir evlilik olmuş. Politikanın, ekonominin dikte ettiği bir şey. Fakat, ne yapalım hasbel kader birlikte yaşıyoruz.”
Almanya ile işçi göçü anlaşmasının garipliklerle dolu olduğunu anlatan Ünver konuşmasına şöyle devam etti:
”Şimdi, 2008 yılına atlamak istiyorum. Biliyorsunuz, Recep Tayyip Erdoğan Başbakan iken, Ludwigsburg’da bir evde dokuz vatandaş yanarak öldü. Ne olduğunu hala tam olarak anlamış degiliz. Yangın sebebini, elektrik kontağı filan dediler. Oysa yangında ölen Türkler ilk değildi. 1988’de Nürnberg bölgesinde üç Türk yanarak öldü, 1992’de Mölln kundaklamasında üç Türk, 1993’te Solingen’de beş Türk yakıldı. Arada bazı benzer olaylar da oldu. Almanya tarafı bunların üstünü kapatma eğilimine girdi. Ancak bizim tarafta, bir uyanma oldu. Hassasiyetimiz vardı devlet olarak elbette. 2008’de Recep Tayyip Erdoğan Almanlar’ı sinir edecek bir konuşma yaptı. Şöyle dedi Başbakan: ‘Siz bunların üstünü örtebilirsinniz, ancak biz Türkiye’den uzman gönderip bu işi araştırırız’. Bu söze fena halde kızdılar, ifrit oldular Almanlar. Niye biliyor musunuz? Almanlar bizi her zaman bir basamak aşağıda gördüler, hiç bir zaman eşit görmediler. Karşılıklı eşit partner olmak keyfiyetini kabul etmek istemiyorlar. Neden? Çünkü biz işçi onlar işveren, biz fakir onlar zengin. Bu bakış açısı Almanlar’ın Türkler’e ve Türkiye’ye bakışlarına yansımıştır.”
Ünver, o sıralardaki ilginç gelişmeleri anlatmaya devam ederken, katılımcılar adeta ter döküyorlardı:
”2008’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Köln’e geldi. Köln Arena’da Türk vatandaşlarına yaptığı konuşmasında, ‘Asimilasyon bir insanlık suçudur. Asimile olmayın entegre olun, dil öğrenin, vatandaş olun, siyasete girin, sorumluluk alın’ dedi. Almanlar bu konuşmaya da kızdılar. Başbakanın diğer tavsiyelerini bir kenara iterek ‘Asimilasyon suçtur’ sözüne bozuldular. Oysa Başbakanın söylediği, bizim devlet politikamızdı. Rahmetli Turgut Özal da aynı cümleleri kurmuştu. ‘Türk kalın, uyum sağlayın o ülkenin saygın vatandaşları olun’. Bunlar bizimkilerin her zaman söyledikleri, savundukları görüşlerdi.”
Ünver, Almanya’da Erdoğan düşmanlığının 2008’de başlamış olduğunu belirttikten sonra şunları anlattı:
”Böylece, yani 2008 yılından itibaren, ‘Erdoğan böyle, Erdoğan şöyle’ demeye başladılar Almanlar. Daha sonra, Böhmermann adında bir soytarı, zıpçıktı bir ressam çıktı ortaya. Şiir diye bir küfürname, hakaretname, terbiyesizlikname ortaya attı. Buna Türkiye tepki gösterince, hemen basın özgürlüğü, mizah özgürlüğü gibi savunmaya geçti Almanlar. Hemen arkasında 2 Haziran’da, Ermenistan meselesini ortaya çıkardılar. Tamamen siyasi bir karar, bir parlamentonun karar almasıyla soykırımı kabul etmek elbette olmaz. Cem Özdemir’i bu olayda iyi kullandılar. Bundan sonra Türkiye’yi sıkıştırma arka arkaya gelmeye başladı. Ve en son Türkiye’deki darbe girişimini kabul etmeme durumu doğdu. Oysa, Alman arkadaşlarıma ’15 Temmuz gecesi hayatımın en kötü gecesini yaşadım, 1402 yılından bu yana Ankara’da ilk kez bir savaş havası yaşandı, tepesinde uçan Türk uçakları tarafından bombalandı’ diye anlatıyorum olayı. Alman arkadaşlar da, ‘Biz Büyükelçiliğe sorduk, o kadar da önemli bir şey değil dediler’ diye yanıt verdiler bana. Yani Almanlar darbeye destek oldular ne yazık ki.
Şimdi Almanya olarak bir taraftan PKK’ya destek ol, diğer taraftan Darbecilere destek ver, yani Türkiye’ye düşman olan her şeye destek ol, ondan sonra da Erdoğan şöyle böyle de. Erdoğan’la ne ilgisi var. Adamlar sanki bizim kanımızı içmeye karar vermişler.”
Ünver, Almanya ile kavganın sebeplerini şu sözlerle anlatmaya devam etti:
”Evet. kavganın sebebi bu ve benzeri gelişmelerdir. Radyo ve televizyon konuşmalarımda da ifade ettim. Kavganın, bence iki sebebi var. Almanlar, Hollanda’yı ve Kuzey ülkeleri dışarıda bırakırsak, üç buçuk milyon Türk’ün yaşadığı ülkede kendilerine göre hayali bir entegrasyon konsepti geliştirdiler. Bu 2005’ten sonra başladı. Sosyal Demokratlar ve Yeşiller’in zamanında, Almanya’nın bir göçmen ülkesi olduğu kabul edildi. Devamında Merkel dönemi başladı ve Almanya’nın göçmen ülkesi olmasından rahatsızlıklarını dile getirdiler. Televizyonlara sözde sosyolog Nejla Kelek diye birisini çıkardılar. Rol model olarak Almanya’daki Türkler’e sunmaya çalıştılar, ki bu bayan sürekli İslam’a, Türklüğe saldırıyor. Bir de aynı katogoride Seyran Ateş diye birisini çıkardılar. Bu kadın kendini imam ilan etti Berlin’de. FETÖ’nün, İsrail ve Kilisenin desteğiyle bir yer tutuldu, Goethe Camii herhalde. Bu iki ismi sürekli televizyonlara çıkararak bir rol modeli olarak Türklere sunuyorlar. Hayali bir entegrasyon modeli sunan entegrasyon mühendisleri, İslam Komitesi, entegrasyon Komitesi gibi oluşumlar kurmaya başladılar. Bunlar sosyal mühendisliktir, hayatın gidişatına müdahale etmek istiyorlar. Bu ellerinde patladı, başarılı olamazlardı zaten. Ve Almanlar buna kızdılar. Asabiyet oluştu. Kavganın birinci sebebi budur. Başarısız olmaları.
Bu bir komplekstir, bundan vazgeçmeleri gerekir. ”
Ünver, Almanlar ile kavganın ikinci nedenini de şöyle ifade etti:
”Kavganın ikinci sebebi ise şöyle. Almanya stratejik bir değişim içerisinde. Avrupa’da kendi denetiminde ve gözetiminde bir Avrupa düşüncesi hakimdir. Almanya bu düşüncede, İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla, tek güç olarak kaldığına inandı. Almanya’nın önderliğinde Avrupa’nın dünyada önemli bir aktör olması yolunda bir gidişat var. NATO’dan ayrı bir Avrupa ordusunun kurulması düşüncesi buna bir örnektir. Böyle bir aktör ne yapar? Sadece Avrupa’da kalmak istemez. Orta Doğu’ya, Kafkasya’ya uzanmak zorunda. Aynı zaman da Karadeniz’e ve Balkanlar’a uzanmak zorunda. Böyle olunca, buralarda, yani karşısında Türkiye’yi görüyor. Yani güçlenen bir Türkiye rahatsızlık veriyor. Türkiye’ye yukarıdan bakınca güçlenen ve büyüyen Türkiye görüyorsunuz. Türkiye’nin bu gücü Balkanlarla sınırlı değil, Kafkaslar, Kazakistan’a kadar uzanıyor. Nursultan Nazarbayev’in çok orijinal fikirleri var. Türklüğün babası konumuna gelmiş durumda. Diğer taraftan Türkiye aynı zamanda bir Orta Doğu ülkesidir. Almanya PKK’yı neden destekliyor? İncirlik’ten ayrılıp Ürdün’e gidiyor Almanya. Kısacası Almanya büyük bir hesabın içinde. Seçim sonrası da bu gerginlik maalesef devam edecek. Ne yazıkki niyeti bozmuş bir takımla karşı karşıyayız.”
Ünver, dikkatle dinlenmeye devam edilen konuşmasını şöyle sürdürdü:
”Evet, Avrupa’da ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıyayız. Fransa’da Le Pen’i parlatıyorlar. Avusturya’ya bakın, bir dışişleri Bakanı var Sebastian, ağzını açtımı Türkiye’ye hakaret ediyor. Böyle bir Avrupa’da populist ve ırkçı söylem, Türk karşıtı, İslam karşıtlığı başımızın derdi. Bütün bu saldırılar Erdoğan’dan dolayı yapılmıyor, üç buçuk milyon Türkün varlığından duyulan rahatsızlık ve stratejik hedefler yüzünden yapılıyor. ”
Ünver, kötüye giden gelişmelerin düzelmesi için çareler de ortaya attı:
”Bu durum karşısında ne yapılmalı? Elbette Türkiye çok ciddi bir kamu diplomasisi çıkartması yapmalı. Müttefik oluşturmayı bilen bir yapının oluşması gerekiyor. Topyekün bir düşmanlık havasına bürünemeyiz. Duygusallık bize kaybettirir, ki Türkler duygusaldır. Netice itibarıyla başımız derttedir. ”
Can Ünver, herkesin bilmesinde büyük yarar olan uzun konuşmasını şu sözlerle tamamladı:
”Peki, bütün bunların size, Avrupalı Türkler’e yansıması ne olacak? Her halde iyi yansımayacak. İki arada bir derede kalmak gibi bir durum Avrupalı Türkler’in durumu. Gelişmeler size iki sandalyede oturan bir insan durumuna soktu. Bundan sonra ne olur? Ne olacağına insiyatifi ele alanlar karar vermeli. Yoksa edilgen, pasif, başkalarının yaptığı işlere ancak cevap veren, bazen de bu cevapların altında kalmaya mahkum kalarak yaşamaya devam ederiz. Biz başkasının oyuncağı olmamalıyız. Gündemi biz belirlemeliyiz. Çatışmacı bir tavırla sorunlar çözülemez. Olaylara, gelişmelere eşit seviyede bakmayı anlatmaya devam etmeliyiz. ”
İlhan KARAÇAY’ın haberi