“Göç, Mültecilik ve İnsanlık” Zirvesi Yapıldı
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nce düzenlenen 2018 Kartepe “Göç, Mültecilik ve İnsanlık” Zirvesi 26 – 28 Ekim tarihlerinde yapıldı. Bu yıl ikincisi düzenlenen Kartepe Zirvesi’ne 30 ülkeden misafir konuşmacı katıldı. 3 gün süren Zirvede; 2 Çalıştay, 1 Açılış Oturumu, 44 Panel, 9 Vaka Kritik, 12 Akademik Panel yapıldı. 360 bilim, medya, siyaset ve sivil toplum tesilcisi ‘göç, mültecilik ve insanlık’ üzerine görüşlerini sundular.
Açılışını Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun yaptığı Zirve’ye Dışişleri Bakanı ve Zirve 2018 Onursal Başkanı Mevlüt Çavuşoğlu, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, eski Yunanistan Başbakanı George Papandreou, BM Türkiye Mukim Koordinatörü Irena Vojackova Sollorano, Yunanistan Göç Politikaları Bakanı Dimitris Vitsas, AB Türkiye Delegasyonu Başkanı Christian Berger, Kocaeli Valisi Hüseyin Aksoy katıldı. Zirve, AK Parti Genel Başkan Vekili Prof.Dr. Numan Kurtulmuş, Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı ve Türk Dünyası Belediyeler Birliği Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu ve Prof. Dr. Beril Dedeoğlu’nun yaptığı kapanış konuşmalarıyla sona erdi.
184 farklı ulusal ve uluslararası kurum temsilcisinin katıldığı Kartepe Zirvesine Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör de katıldı. Güngör, Zirve süresince “Türk Diasporası: Toplumsal Kabul ve Uyum”, “Toplumsal Kabulün Önündeki Engeller ve Uyum Çalışmaları” ve “Göçle Gelen Kültür ve Sanat” oturumlarında görüşlerini sundu.
Veyis Güngör’ün Kartepe Zirvesinde yaptığı sunumlar özet olarak şu şekildedir:
PANEL OTURUM – TÜRK DİASPORASI: TOPLUMSAL KABUL ve UYUM
“Türkler Almanlara, Hollandalılara ya da hangi ülkede yaşıyorlarsa o ülke insanlarına yatırım yapmıyorlar.”
Avrupa Türklerinin sosyolojisinde Türklerin daha çok içe kapanık bir yapılanma sergiledikleri gözlemlenir ve söylenir. Genel anlamda doğrudur. İçe dönük bir organizasyonu gerçekleştirmişiz. 30, 40 yıl önce, Sivil toplum kuruluşlarının teşekküllerinde, bu tavır, yani yabancı bir toplumda kaybolmama, erimeme saiklerden hareket edilmesi anlaşılabilir bir gerekçe olabilir. Ama, göç sevürevinin üzerinden yarım asır geçmiştir. Ortada 50 yıllık bir göç tecrübesi vardır. Demek istediğim, bunca yıl sonra, birlikte yaşadığımız insanlarla, ikamet ettiğimiz semtin sosyal veya siyasi kurumlarıyla irtibatımız sınırlı olamaz. Bu davranış bu şekilde sürdürülemez.
Son bir kaç yılda yaşanılan iki örnek verelim: Aidiyet duyduğumuz ülkemizde, bir 15 Temmuz kanlı kalkışması oldu. Darbe sonrası Avrupa’nın uzun süre takındığı tavrı hep birlikte gördük. Yıllardır selam verdiğimiz, birlikte çalıştığımız, çay ve kahve içtiğimiz Avrupalı arkadaşlarımızın hali ortada. Haklı bir davayı Avrupalı dostlarımıza anlatmakta zorlandık.
Diğer taraftan, son yıllarda Türkiye ile bazı Avrupa Birliği üyesi ülkeleriyle yaşanan diplomatik illişkiler, Avrupa’lı Türklerin psikolojisini olumsuz yönde etkiledi. Tabiri caizse haleti ruhiyesini bozdu, alt üst etti. Aidiyet, sadakat tartışmaları yeniden canlandı. Yaşanan diplomatik krizler, ciddi şekilde Türk sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine olumsuz şekilde yansıdı. Faaliyet yapacak moral ve enerji kalmadı.
Bu iki gelişme bize bir gerçeği gösterdi. O gerçek: İçinde yaşadığımız ülke insanıyla, kurumlarıyla, sosyal ve siyasi yapılarıyla ilişkilerimizin ne kadar zayıf olduğu görüldü. Yani, konuşmanın başındaki cümleye dönersek, Avrupa Türk diasporasının Almanlara, Hollandalılara, Belçikalılara yeterli yatırım yapmadıkları ortaya çıktı.
O zaman, üzerinde kafa yorulacak, çalışılacak önemli bir ders bizi bekliyor. O da:
Avrupalı Türkler için yeni bir gelecek vizyonu ya da perspektifi geliştirmek durumundayız.
Gelecek vizyonumuzu beş ana temel sütün üzerine oturmabiliriz. Bunlar:
“Avrupalı Türklerin gelecek perspektifi;
– elli yıllık bir göç tarihinin değerlendirilmesi,
– Avrupa ülkelerinin kültür tarihlerinin bilinmesi,
– kendi kültür ve medineyet mirasımızın bilinip, aktüelleştirilmesi
– ve AB-Türkiye tarihsel ilişkilerinin iyi okunması ile oluşmalıdır”.
PANEL OTURUM – TOPLUMSAL KABULÜN ÖNÜNDEKİ ENGELLER ve UYUM ÇALIŞMALARI
İçinde yaşadığımız Avrupa ülkeleri, 21. yüzyılın ilk çeyrek asrında iki önemli imtihanla karşı karşıyalar. Irkçılığın Avrupa’da gözlenebilir, ölçülebilir şekilde büyüdüğü alanlardan birisi siyasettir. Avrupa’nın bir çok ülkesinde, Almanya-Hollanda-Avusturya-İtalya ve diğer ülkelerde ırkçı partilerin seçimlerde ne kadar oy aldıkları ortadadır. Bunun yanısara bazı ülkelerde geleneksel partilerin, özellikle Hıristiyan Demokrat ve Liberallerin, ırkçı söylemlere yakınlaşmaları da ayrı bir gelişmedir. Dolayısiyle aşırı sağ, ırkçı partilerin yanısıra, ana akımların da ırkçı söylemlere kayması, ırkçılığın siyasette ne kadar kendisini gösterdiğine somut bir örnektir.
28 Avrupa Birlliği üyesi ülkede, özellikle eski Doğu Avrupa ülkelerinde, aşırı sağ partilerin ırkçı söylem ve tutumları da ayrı bir gelişmedir. Geçen yıl, Varşova’da, Polanya’nın 99’uncu yıldönümü kutlamalarında, Avrupa aşırı sağcıları ve ırkçıları bir yürüyüş yaptılar. Yürüyüşte açılan pankartlar insanın kanını dondurmaktaydı. Pankartlardaki bazı sloganlar “Arı kan”, “Müslüman holokostu için dua edin” ve “Beyaz Avrupa” şeklindeydi.
Diğer taraftan, Avrupa’da ırkçılığın son yıllarda İslamafobi olarak yansıması da ayrı bir gelişmedir. İslamafobi’nin, ırkçı partiler ve liderler tarafından, örneğin Hollanda’da Wilders tarafından propagandasının yapılması, Müslümanların her olayda günah keçisi olarak gösterilmesi, son yıllarda dozunu arttırarak devam etmektedir. Buna ek olarak Avrupa’da Rus internet trollerinin de İslam karşıtlığını körüklemeleri bir gelişmedir. NRC gazetesinin araştırmasına göre, Rus troller sadece seçim dönemlerinde görev yapmıyorlar. Öyleki Rus troller, “Avrupa’nın bir yerinde meydana gelen olay sonrası devreye girip, İslam karşıtı yayınlar yaparak, Avrupa kamuoyunu Müslümanlar’dan nefret etmeye yönlendiriyorlar. Bu çerçevede, internet trollerinin Sint-Petersburg’dan Hollandaca gönderdikleri dokuzyüzü aşkın twitter mesaj tespit edilmiş. Yapılan propaganda ile Hollanda ve Belçika’da İslam karşıtlığı uyandırılmış.”
Irkçılık, geçen ay meydana gelen Mesut Özil olayı ile farklı bir boyutta kendini göstermiştir. Mesut Özil olayı, içinde bulundukları Avrupa ülkelerinde başarılı olmuş göçmen kökenli yazar, sanatçı, siyasetçi, girişimcileri de hedef haline getirmiştir. Mesut Özil olayının hemen ardından, Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas yaptığı bir açıklamada, “İngiltere’de yaşayan ve çalışan bir multimilyonerin Almanya’ya entegre olma yeteneği hakkında bilgi verebileceği inancında değilim” ifadelerini kullandı.
Irkçılığın çok tehlikeli boyutlara ulaştığını gösteren bir başka gelişme de, Almanya’da aşırı sağcıların “düşman listeleri” hazırlamasıdır. Anadolu Ajansının haberine göre, Almanya’da 2011’den sonra aşırı sağcı oluşumlara yönelik polis aramalarında 25 binden fazla kişinin bilgilerinin yer aldığı, “düşman listeleri”nin ele geçirildiği bildirildi. Bu konuda Sol Parti bir soru önergesi vermiştir. Önergeye Alman hükümeti cevap vermiş ve, aşırı sağcı oluşumların 25 binden fazla kişinin isimlerinin yer aldığı “düşman listeleri” hazırlandığını bildirmiş.
Bütün bu ve benzeri örnekler, Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı ırkçılık imtihanını neredeyse kaybetme noktasına geldiğini göstermektedir.
PANEL OTURUM – GÖÇLE GELEN KÜLTÜR ve SANAT
Göç, insanların sadece fiziki olarak yer değiştirmeleriyle sınırlı bir süreç değildir. Göç, aynı zamanda kültürel değerlerin, en geniş anlamıyla hareketliliğidir. Kültürel değerler belki göç sürecinin ilk yollarında çok fazla kendini göstermez. Ancak kısa bir süre sonra, giyim kuşamdan başlayarak, yeme içme, eğlenme, müzik, mutfak, ikamet, dini kurumlar, açılan işyerleri ve ilişkilerde göçle gelen kültür değerlerini görebilirsiniz.
Göçmenlerin beraberinde getirdikleri kültürel değerler aynı zamanda içinde yaşadıkları ülke insanını etkiliyor, zenginleştiyor. Bu etkileme bilmediğine kapalı olan bireyler için bir korku veya tehdit oluşturabilir.
Kültürel etkileşimde kimlik tanımı tartışmaları kaçınılmaz oluyor. Göç süreci hem kimlik hem kültür kavramının sürekli değişime uğramasını sağlıyor. Bu değişim, gerek yerlileri gerek göçmenleri, kim olduklarını hatırlamalarını, kimliklerini sorgulamalarını beraberinde getirmektedir.
Göçmenlerin yaşadıkları ülkelerde kültür ve sanat yoluyla o ülke insanlarına etkileri genel anlamda iki şekilde olmaktadır.
Bunlardan ilki, her ne kadar bir kültür sanat etkinliği amacıyla yapılmayıp, geçimini sağlamak amaçlı açılsa da netice olarak yerlileri kültürel olarak etkileyen girişimlerde gözlemleniyor.
Türk mutfağı bu alanda en somut örnektir. Türk pidesi, döneri, kahvesi, çayı, mercimek çorbası ve son yollarda özellikle Londra kahvaltıları menüsüne giren Çılbır, Avrupa Türk diasporasının farkına varmadan içinde bulundukları kültüre katkılarıdır.
İkinci kültür ve sanat etkileşimi hiç kuşkusuz bireysel yapılan kültür ve sanat faaliyetleridir. Türk bireylerin Almanca veya Hollandaca yazdıkları kitaplar, Amstedam’da, Frankfurt’da açılan bireysel sergiler, icra edilen müzik, yerlilerinde katıldığı folklor kursları, sporcuların başarıları, film, tiyatro ve skeçlerde rol alan Türkler ve uzmanlık alanlarında başarı sağlamış tüm bireyler göç sürecini kültür ve sanatla etkilemektedirler.
Göç süreci, göç alan ülke için sürekli yenilenen bir kültür tanımına sebep oluyor. Bu bağlamda, kültür hareket halinde olan, değişken bir ürün ve yapı olarak görülür. Bu değişkenlik aynı zamanda göçmenlerde de gözlemlenir. Her iki halde de, bir sınır ölçüsü ve ilişki reddiyesi olabilir.
Paradoksal da olsa, bir kültür değişimi ama aynı zamanda bir açıklık, birleştirme, değişim söz konusudur.
Kartepe, 27 – 28 Ekim 2018